Türk Edebiyatı Hakkında
9 Kasım 2023 tarihinde Çanakkale OnSekiz Mart Üniversitesi’nde görev yapan Türk Dili Öğretim Görevlisi Niyazi Sezen hocamızla birlikte Türk Edebiyatının genel durumuna ve geleceğine dair bir röportaj yaptık. Röportajda verdiği bilgileri aşağıda aynen, üzerlerinde herhangi bir değişiklik yapmadan aktardım. Sayın Niyazi Sezen’e röportajıma katıldığı ve verdiği bilgilerden dolayı teşekkürlerimi sunuyorum.
Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?
Ben Niyazi Sezen. 1966 Çanakkale Ayvacık Baharlar doğumluyum. Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunuyum ve 12 Eylül 1994 senesinden bu yana Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi’nde Türk Dili okutmanı olarak görev yapmaktayım.
Türk Edebiyatına herhangi bir tutkunuz anladığım kadarıyla ilgilendiğiniz mesleğinizden var.
Onun altını şöyle çizmek istiyorum. Dışarıda çok benzermiş gibi görünüyor. Türk Dili ve Edebiyatı birleşik kelimesiyle tespit ediliyor ancak dil ve edebiyat diye iki bölümü var bu alanın. Dolayısıyla sadece lisans dönemimde edebiyatla biraz uğraşma dönemim ortaya çıktı. O da mecburiyetten biraz da. Yani edebiyat benim alanım değil işin açıkçası. Dil kısmıyla ben ilgileniyorum ama doğal olarak tabii orada vereceğimiz örneklerle edebiyattan yansımalarını tespit etmeniz gerekiyor. Edebiyatla ilgileniyor muyum? Sadece okuyucu noktasında, şiirle ilgileniyorum. O da şiirin her türü değil. Bazen böyle lirik tarzda ifade edilen, duygusal şiirler veya duygu yoğunluğunun olduğu şiirler ama genellikle epik olarak adlandırılan kahramanlık, destansı şiirler daha çok hoşuma gidiyor.
Şiir gerçekten edebiyatımızda önemli yeri olan bir tür. Peki edebiyat alanında ya da Türk Dili alanında yazmış olduğunuz herhangi bir eseriniz ya da çıkarmayı düşündüğünüz bir eseriniz var mı?
Yıllar önce; o tarihte bölüm başkanı olan hocamızın önderliğinde bir ders kitabı, üniversitemizde okutmak üzere, öğrencilere ders kitabı çıkardık biz, Türk Dili ders kitabı diye. Birinci ve ikinci dönem. Onun dil bilgisiyle alakalı ses bilgisi, cümle bilgisi bölümlerini yazdım. Onun haricinde başka bir eserim yok. Bir de bir öğrenci kulübüm var benim, Çanakkale Savaşları Araştırma ve Tanıtma Topluluğu. Onun çıkardığı dergiler vardı. Orada editörlük, redaksiyon, düzeltmenlik… Bir de bizim topluluğumuzun yapmış olduğu etkinliklerin bazılarını kitap hâline getirdik biz, bazı sempozyumları ve panelleri. O kitapların düzenlemesini yaptım. Onun haricinde bir de en son şey var. Yine topluluğum vasıtasıyla Anzak günlüklerini, Çanakkale savaşlarına katılan bir Anzak askerinin günlüklerini çevirmişti bizim İngilizce bölümü öğrencilerimiz, üyelerimiz. Onu düzenlemesini yaparak onu bastık. Onun haricinde, yani şahsen benim adıma basılmış bir edebi eser yok.
Ama yazı hayatıyla tanışmışsınız.
Evet basınla, yayınla ilgilendik o noktada biraz.
Diğer edebiyatçı arkadaşlarımızın bir sorusu vardı aslında, hangi türüyle daha çok ilgileniyorsunuz diye. Şiir olarak cevapladınız. Peki sizce Türkçenin sadeleşmesi; yani biliyorsunuz ki uzun yıllar boyunca birçok alfabeler devreye girdi, çok karmaşıklaştı fakat daha sonrasında Harf İnkılabı ile şu an daha sade bir Türkçe kullanıyoruz. Bu Türkçenin sadeleşmesi Türk Edebiyatına ne gibi kazanımlarda bulunmuştur?
Şimdi öncelikle şunun altını çizmek lazım. Yani biz binlerce yıldır, belki milyonlarca yıldır Türkçe konuşuyoruz. Tarihin değişik dönemlerinde bizim sadece yazı dilimiz değişti. Yani alfabemiz değişti. Konuşmalarımız, ifadelerimiz gene aynı. Tabii ki 15. yüzyılda, 13. yüzyılda konuştuğumuz Türkçeyle konuşmuyoruz. Dilin canlılığı itibariyle her dönem kendi ihtiyaçlarını doğuruyor ve yeni kelimelerle dil kendini yeniliyor. Derslerimde de benim geçen haftalarda ele aldığım bir konuydu bu. Alfabe, yazı, yazı dili vesaire. Öğrencilerime de şunu ifade ettim ki düşüncem de bu zaten bu konuda. Keşke 10. asırda hiç Arap Alfabesine geçilmeseydi de o bizim 34 ünsüz 4 ünlü, o da çift ünlü, 38 harf 42 sesle konuşup yazıyor olabilseydik. Keşke. Ama tabii keşke üzerine bilimsellik yapılmaz. 10. asırda bir Arap Alfabesine geçiş söz konusu yaklaşık bin yıl kullanılan. 28’de, geçen hafta 95. yılını idrak ettiğimiz ve derslerimde de değindiğim işte Harf İnkılabı Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde. Yani şu andaki alfabemiz yeterli mi? Değil, bunun altını çizelim. Niye değil çok keskin söyledim, hocam niye değil diye sorabilirsin. Şundan dolayı, bugün doksanların başında dağılan, SSCB’den ortaya çıkan Türkçe konuşan devletler var. Türk Dili devletler var. Burada polemiğe girmek istemiyorum. Ben Türk devletleri diyorum ama birçok insan, onlar Kazak’tır, Azeri’dir işte Kırgız’dır vesaire gibi yaklaşımlarda. Ben çok polemiğe girmek istemiyorum ama benim nazarımda bunlar bir Türkün farklı coğrafyadaki yerleşim ve devlet hâlini almış adları. Evet uzak akrabamız olanlar var, yakın akrabamız olanlar var. Neticede Türkçe konuşuyorlar. Bunların da özellikle 90’ların ikinci yarısından itibaren Latin Alfabesine geçtiğini görüyoruz. Ve birçoğunun alfabesinde otuzun üzerinde harf var. Bu neyi gösteriyor? Türk dilindeki seslerin yazıda gösterilişini gösteriyor, ortaya çıkarıyor. Yani, derslerimde de kullandığım bir noktadır benim. Mesela çok kimse bilmez, buna birçok kimse yöresel ağız özelliği diye de yaklaşır ama Türkçede mesela iki tane “e” sesi vardır çıkarabildiğimiz. Birisi kapalı “e” birisi açık “e”. Yani gelmek fiilinde olduğu gibi. Birinci hecedeki “e” ile ikinci hecedeki “e”nin telaffuzları farklıdır. Ama biz bunu tek “e” ile gösteriyoruz. Mesela Azerbaycan alfabesinde, Latin’e dayalı Azerbaycan alfabesinde iki tane “e” harfi var. Yani Azerbaycanlı birisi hangi “e” açık hangi “e” kapalı biliyor, ona göre telaffuzda hiçbir sıkıntı çekmiyor. Ama bizim, özellikle son dönemde belki bu işte plaza Türkçesi ya da tiki Türkçesi diye tabir edilen ifadede gençlerin ben diye telaffuz etmesi (açık “e” ile) veya kendim diye telaffuz etmesi (açık “e” ile) bu sefer kargaşaya yol açıyor. Bu tip böyle ufak tefek ses farklılıkları, alfabemizde, şu an kullanmakta olduğumuz alfabede de gösterilirse… Gösterilmese de hoş. Yani şu anda Türkçenin çıkarabildiği sesleri yazıya aktarma noktasında dünya üzerinde var olan alfabelerin içinde bence en yeterli olanı Latin Alfabesidir. Yani en uygunu. En yeterli olanı demeyeyim, en uygunu. Özelde dil açısından baktığımızda yeterli midir? Az önce söyledim, yani birkaç harfle, birkaç yeni harfle veya simgeyle sembolle, 30, 31, 32’ye falan çıkarabilirsek o zaman bütün çıkardığımız sesleri yazıda yansıtmış oluruz. Yani alfabenin bu noktada değişikliği çok bir şey ifade etmiyor.
Dilin bizim açımızdan baktığımızdaki durumu ise sadelik, yani bizim gibi çok hareketli milletlerin dili sade olmaz. Yani biz bir Almanya değiliz, biz bir İngiltere değiliz ya da Fransa değiliz. Hatta iyi ki onlar gibi değiliz çünkü onların bugün, 19. yüzyılda sömürgecilik anlayışıyla gittikleri ülkelerde dillerini bıraktıklarını görüyoruz. Bugün işte Afrika’nın bilmem ne ülkesinde Fransızca ve ülkenin kendi yerli dili. İki ana dilli çıkıyorlar. Türkçenin böyle bir durumu yok. Mesela biz 300 yıl civarında belki, Balkanlarda hüküm sürdük. Ama zorakilikten ziyade. Bugün mesela Sırpçada, Boşnakçada ya da işte Arnavutçada birçok Türkçeden geçen kelime var. Bunu ben tabii dini sebeplere de yoruyorum. Çünkü din, kültürün oluşumunda önemli bir etken. Özellikle 10. asırda Araplarla karşılaşıp İslam’ı kabulden sonra Arapçadaki, bugün var olan kelimelerin kökeni 10. asıra dayanıyor. Yani o dönemden gelen kelimeler. Daha sonra edebi sebeplerle Farsça, böyle bir saltanatvari bir durum söz konusu Türklerde. İşte Osmanlı, ilk Osmanlı ve devamı. Yakın coğrafya zaten. İran, Farsçanın konuşulduğu coğrafya Türk dünyası olarak tabir edeceğimiz coğrafyanın merkezinde yer alıyor. Ve edebi bir dildir Farsça. Terennüm açısından. Şiirsel bir dildir. Kendisine has böyle bir şeyi vardır, melodikası vardır, melodisi vardır yani o dilin. Atalarımız da buna meyil etmiş herhâlde. Farsça kelimeler de öyle girmiş. 19. yüzyıl malum Tanzimat, Batılıcılık. Genelde batıya meyil etme. Devamında işte 20. yüzyıl; teknolojik gelişmeler, öğrencilerin ağzında, gençlerin ağzında hep teknolojik aletlerin içinde kullanılagelen kelimelerin dile yansıması. Ama buna rağmen dil, özellikle Türk dili çok mukavemetli bir dil. Çok kuvvetli bir dil olduğunu düşünüyorum. Çünkü yüzlerce yıldır, ilk çıktığımız Asya sürecinden ele alırsak Moğolcayla hemhâl olmuş, Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce ve dünyanın diğer başka dilleri… Yani bunu, Türklerin hareketli bir kavim oluşuna ve çok çabuk uyum sağlamasına bağlıyorum ben. Alfabedeki değişikliklerini ve yakın kültürdeki diğer dillerle kelime alışverişini bu özelliğine bağlıyorum Türklerin. Avrupa’da birçok Türk işçisi var mesela giden. Diğer milletlerden Avrupa’ya gelen ülkelerin insanlarına göre bizimkiler daha çabuk uyum sağlıyorlar. Belki de genlerle alakalı bir şey, bilemiyorum.
Sadeleşme, evet olmalı. Ama benim sadeleşme noktasında ölçütüm şu; herhangi bir kelime, batı, doğu, güneydoğu fark etmez hangi ülkeden gelirse gelsin bir ülkenin en ücra köşesinde ve en kalabalık büyük şehrinde karşılık buluyorsa o kelime anlam olarak o artık bizleşmiş bir kelimedir. Mustafa Kemal’in ifadesiyle; sanırım Türk Dil Kurumu’nun açılışında veya bir kurultayın açılışında söylüyor bunu, ketebe, yektübü Arap’ındır. Ama mektep, kitap, kütüp, kâtip bunlar benimdir diyor. Hakikatten baktığımızda, Arap dili ülkelerden gelen öğrencilerimiz de var, mesela bizim bugün hâlâ Arapça kökenli olarak hâlâ kullanmakta olduğumuz kelimelerin birçoğu günümüz Arapçasında kullanılmıyor onlarda. Biz o kadar sahiplenmişiz onu. Kendi ülkelerinde konuştukları Arapçada, bizim bugün kullandığımız Arapça kökenli bir kelime onlarda 13., 14., 15. yüzyıllarda kalmış daha bu tarafa taşımamış. Ama biz hâlâ o kelimeyi yaşatıyoruz kendi dilimizde. Hani böyle de bir durum söz konusu. Önlem alınmalı mı? Bu sorunun devamında belki bu düşünülebilir. Önlem alınmalı. Ama çağ çok çabuk değişiyor, kurumlar hantal çalışıyor. Kurumlar hantal davranıyor. Yani bugün siz kendi sanal hesabınızdan bir kavramı kullanıp da takipçilerinizle etkileşim içine girdiğinizde aynı anda siz elli kişiye, yüz kişiye, bin kişiye, iki bin kişiye ulaşabiliyorsunuz onunla. Ama kurumların buna önlem alabilmesi; işte komisyon üyelerine haber gönderilecek, onlar toplanacak, gelecek, kafa yoracaklar, bu kelimeye nasıl bir karşılık bulalım işte falan filan… Yani kurumlar biraz hantal çalışıyor. Burada bireylerin, vatandaşın dil bilincini oluşturmak lazım. Artık hemen her ilde üniversite var. Her ilde, ilçede lise var, Türk Edebiyat hocaları var, dil hocaları var. Bunlarla görüşülüp, yerelde özellikle, bunlarla temas içine girilip ya da çok iyi bir okuyucu olup böyle bir kısa vadeli çözüm bulunabilir. Buna da örnek olarak özçekim kelimesini vermek istiyorum. Kişinin kendi fotoğrafını çekmesi, batıdan doğal olarak selfie olarak bize geldi. Bir müddet böyle kullanıldı ve devamında Türk Dil Kurumu değil sanırım ama öyleyse de kurumdan özür diliyorum. Fakat benim gördüğüm, bir kişinin paylaşımıydı. Birkaç kelime önermiş, sosyal hesapların birinde. Hangisi daha iyi ifade eder tarzı. Benim de işaretlediğim özçekim kelimesi mesela cuk diye oturdu. Şimdi kurum yaptıysa bunu demek ki yapabiliyor devamını getirmesi lazım. Alkışlayalım. Ama bireyler yaptıysa, bu da az önce söylediğim ikinci noktaya örnek, dil bilincinin oluşturulması. Bizim bu noktada zekâmız var. Dil zekâmız var. Mesela yıllar önce işte seksen yıl, yüzyıl önce İngiliz’in icat ettiği veya batının icat ettiği buzdolabını o mantığa oturtmuşuz ve demişiz ki buzdolabı. Kelimelerin mantığına baktığınızda nesneyi direkt olarak karşılıyor. Bu konuda dilimiz fakir de değil. Mesela İngilizcede kısaltma yapacağınız zaman kelimelerin ilk harflerini alır kısaltma yaparsınız. Mesela ram kelimesi bellek manasında budur. O “r”, “a”, “m” üç harfi ifade ediyor. Ama Türkçede bellek kelimesi mesela cuk diye oturuyor. Yıllar önce Bill Gates gelmişti Türkiye’ye, İstanbul’da bir konferans vermişti. Onun ifadesi, yalan olmaz da eksik olabilir belki ifade. Keşke diyor bilgisayar programlamadan önce Türkçeyi tanımış olsaydım ve Türkçeyi öğrenmiş olsaydım diyor. Türkçenin matematikselliği bu noktada devreye giriyor. Yani son eklemeli oluşu. Çok çabuk köke, isim veya fiil köke çeşitli yapım ekleri getirerek yeni kavramlar oluşturulması. Yani bu, İngilizcede böyle değildir, Fransızcada da böyle değildir. Arapça zaten çekimli bir dil. Türkçe çok enteresandır bu noktada. Yani siyasi ve ekonomik açıdan çok güçlü bir ülke olsak, muhtemelen İngilizcenin yerini Türkçe almıştı dünyada. Çünkü öğrenmesi de kolay aslında zor bir dil değil. Tabii bazı mecazlar, yan anlamlar var. Bu daha sonra, içine girdikçe. Ama gerçek ve terim anlamlarıyla yaklaştığında Türkçe son derece kolay bir dil yani.
Pekâlâ. Bahsettiğiniz şeylerden yola çıkarak aslında şunu anlıyoruz. Türkçe gerçekten köklü bir dil dünyada. Uzun yıllarca kullanılmış ve birçok dilin, birçok milletin de aslında etkileşimi hâline gelmiş. Bir sonraki sorum da bununla alakalı olacak. Şimdi, az önce de bahsettiniz. Selfie kelimesi, çeşitli bilgisayar terimleri ve şu an sokağa çıktığımızda bile gördüğümüz tabelalar Türkçe değil. Alev Alatlı da bu konuyla ilgili çalışmalar yapmak istediğini belirtmişti katıldığım bir söyleşide. O da bundan çok rahatsızdı. Sizce Türkçeyi millileştirmek, bu yabancı dillerin etkisinden kurtarmak için neler yapılabilir? Yani aslında az önce biraz cevap verdiniz. Kurumların çalışmasıyla, kurumların ve bireylerin aktif olmasıyla, üstüne düşmesiyle… Fakat bunun dışında önerebileceğiniz bir şey var mı?
Amacına uygun toplantılar. Şimdi, bunu çözümleyip de bir dergide yazılı hâle getirdiğinizde muhtemelen benim şu anda söylediklerimi okuyacak olanlar veya dinleyecek olanlar beni tefe koyacaklardır. Ama camianın içinden bir ses olarak, aykırı bir ses olarak şunu söyleyebilirim. Yapılan toplantılar, her bilimsel toplantıyı kastetmiyorum tabii istisnaları vardır ama büyük bir çoğunluğu işin goygoy kısmında. Anlatabiliyor muyum? Amacına uygun düzenlenmeli. Yani Türk dilini nasıl kurtarabiliriz ya da Türk dilini yabancı dillerin boyunduruğundan nasıl sadeleştirebiliriz gibi başlıklı bir toplantı yapılıyorsa orada gerçekten, gerçekten bu işe kafa yoran adamların ya da insanların bunu ortaya koyup tespit etmesi lazım. Yani orada gidelim, gezelim, tozalım. İşte ilk defa gittiğimiz bir yer, bilimsel puan alalım falan. Bunlar kaygı olmamalı. Gerçekten, yani bir Ali Şir Nevai gibi, adam Farsçanın baskısının yoğun olduğu bir dönemde çıkıyor diyor ki, yav yapmayın etmeyin bakın sizin kullandığınız Türk dili de Farsçadan aşağı kalan bir dil değil düşüncesiyle Muhakemetü’l Lugateyn’i yazıyor. Böyle babayiğitlere ihtiyacımız var bizim. Anlatabiliyor muyum? Çıkıp bangır bangır dilimiz budur, dilimizin özellikleri bunlardır…
Dili sadece bir ders olarak değil de milli bir kimlik olarak bir kere, öğrencilerimize bizim veya gençlerimize öğretmemiz lazım. Bunu bu şekilde nakşetmemiz lazım. Bu ülkenin en temel sıkıntılarından biri, milli değerlerin, ortak değerlerin maalesef siyasallaştırılmış olması. Dil de bunlardan bir tanesi. Bayrak da keza. Benim hatırladığım kadarıyla, mesela seçim çalışmalarında Türk bayrağı kullanılamazdı ama son yıllarda görüyoruz kullanılıyor. İstiklal Marşı milli değerdir. Mustafa Kemal Atatürk milli değerdir. Ülkenin maneviyatını test eden dini değerler milli değerdir aynı zamanda. Bu milli değerlerin siyaset üstü kurumlar olduğunu ve buraya çok müdahâle edilmemesi gerektiğini, yani bugün x, y, z düşüncesinde olan kişilerin kullandığı kelimelerle ayrılmaktan ziyade; bu, bu kelimeyi kullanıyorsa x düşüncesinde ya da bu kelimeleri kullanıyorsa y düşüncesinde gibi o kaba tabirlerden yani cahilane ifadelerden bence kurtulmamız lazım. Dil dildir. Bir de az önce söylediğim gibi bizim ister Arapçadan ister Farsçadan ister Fransızcadan ister İngilizceden alınmış olsun bir ülkenin bütün köşelerinde en tahsillisinden en öğrenim görmemişine kadar bireylerin kafasında bir anlam uyandırıyorsa bir kelime, o kelime artık bizimdir. Yani bugün mesela kelime ve sözcük ikisi de yaşıyor. İsteyen istediğini tercih ediyor. Ben altmışların ikinci yarısında doğan bir insan olarak kelime ile büyüdüm. Ama görevim icabı da yaptığım okumalarda da veya öğrencilerimden de sözcük kelimesine aşina oldum. Şimdi, alışkanlıkları terk etmesi kolay değildir birinin. E ne yapıyorum? Yavaş yavaş kendimi alıştırmaya çalışıyorum işte. Bir taraftan sözcüğü kullanmaya çalışıyorum bir taraftan bilinçaltı kelimeyi ittiriyor benim dilime onu kullanıyorum. Sonra farkına varınca sözcükle değiştiriyorum falan böyle mücadele içindeyim kendimle.
Dil bilinci de dilin en güzel eseri olan edebi türlerle verilir. Edebi türler derken de yani şiirinden tutun denemesine kadar bütün hikâye, roman hepsini kastediyorum. Öğrenciye bir kere bizim okuma alışkanlığı kazandırmamız lazım ilkokuldan itibaren. Tabii şu da var öğrenci sadece akademik yönden bilgilenmekten ziyade sınav merkezli yönlendirildiği için… Bu da nasıl aşılır bilmiyorum. Millî Eğitim Bakanlığı belki buna bir müdahâle eder mi etmez mi artık onların takdirinde yapacak bir şey yok yani. Ama benim şahsi düşüncem bu ki, öz düşüncem bir Ali Şir Nevai lazım. Ya da en azından bir tane çıksa muhtemelen diğerleri onun etrafında toplanır ve belki, umulur ki olumlu bir şey olur diye düşünüyorum.
Aslında bizim de umudumuz bu. Ben geçen yıldan itibaren katıldığım söyleşilerde de birçok yazar ve şairin bunu kastettiğini fark ettim. Biz genç yazarlar ve şairlerde şöyle bir düşünce var, bir programda denk gelmiştim. Bir sunucu çıkıp dedi ki biz hiçbir zaman bir Yahya Kemal olamayacağız ya da bir Orhan Pamuk olamayacağız dedi. Ardından da yine Alev Alatlı’dan çok güzel bir yanıt geldi. Dedi ki, ne münasebet efendim, olmanıza zaten gerek yok. Kendiniz olun ki bu şekilde ortaya çıkıp edebiyatı zenginleştirin. Bir sonraki soruma hemen gelmek istiyorum. Bu tarz tekrarlamalar Türk Edebiyatında çok görülüyor. Özellikle ilk yazıya başlayanlar, bizim tarafımızdan. Ben şunu sormak istiyorum. Sizce Türk Edebiyatının günümüzdeki durumu nedir? Yani nasıl gözlemlersiniz, nasıl yorumlarsınız?
Az önce konuya girerken ya da soruya girerken yapmış olduğun ön açıklamada da ifade ettiğin gibi, günümüz edebiyatını temsil eden yazarların birçoğunun kendisi olamadığını görüyorum. Yani hep birilerine öykünme peşindeler. Edebi türlerin en fark ettirici noktalarından bir tanesi de özgünlüktür. Yani bir öğrenci geliyor diyor ki hocam diyor şiir yazıyorum, bir bakabilir misiniz diyor. Bakıyorum ve söylüyorum öğrenciye diyorum ki, güzel ama bu şiir senin iç dünyanın dışa vurumu. Bunu ortaya çıkarırken senin yaşadıklarını ben anlamam. Bunun olup olmadığına sen karar vereceksin, ben değil. Ben ancak bunun yapısına bakarım, imla noktalamasına bakarım, belki anlatım bozukluğu ki o da zaten şiirde göz önünde bulundurulmaz. Ben sadece teknik açıdan bakarım. Şiirim nasıl olmuş, bu tamamen senin o an yaşadıklarının coşkunluğundan ortaya çıkan bir patlama. Buna ben nasıl hüküm verebilirim? Hocam işte benim lisedeki hocam şöyle dedi böyle dedi. Bakın işte bu da çok önemli. Türkçede bir ifade var ki ben de öğrencilerime bunu söylerim, tavsiye ederim sürekli, deyimler ve atasözlerini öğrenin bu dilin diye. Çünkü orada bir hazine gizlidir. Yani bir cümle sarf edersiniz, saatlerce konuşmaktan ya da sayfalarca yazmaktan iyidir. Uçan kuşun kanadı kırılmaz diye bir ifade vardır Türkçede veya giden atın başı çekilmez ki bunların ikisi de aynı yola çıkar. Şimdi çocuk içinde bir şeyler hissetmiş. Ergenlik, duyguların tavan yaptığı bir dönem, yoğun yaşandığı bir dönem. Çocuk bunu dışa vurmuş yazıya dökmüş. Böyle şiir olmaz veya bu türde şiir yazma, sen kimsin? Bu hükmü verebilecek cesareti kendinde nasıl görüyorsun? Şairi şuara mısın sen? Çok özür dilerim, devletin beş bin nüfuslu bir ilçesinde görev yapan bir edebiyat öğretmenisin. Senin daha onu alkışlaman gerekirken; aferin yavrum, aferin kızım, aferin oğlum yürü daha iyisi olacak, bunlar evet emekleme hareketleri daha iyisini yapacaksın demen gereken yerde bunu yapma şunu yapma şunu şöyle… Şiir bir kere zaten farklı bir şey. Bir deneme yazar. Denemeye de karışamazsın. Bir hikâye, romanda müdahâle edebilirsiniz. Olay örgüsü, kişiler, çatışma vesaire. Bunlara müdahâle edebilirsiniz ama şiir gibi deneme gibi duygusal ve duygunun öznelliğinin ön planda olduğu iki türde siz nasıl müdahâle edersiniz? O yaza yaza öğrenecek, yanlış yapa yapa belki. Ve bir müddet sonra inanın, mesela büyük şairlerde vardır bu ilk şiirlerini kitaplarına koymazlar. Beğenmezler çünkü onu. Artık şair olmuş çünkü o adam. O, o tespiti yapabiliyor. Ama o ilk şiiri yazdığı düşüncesinde o adama da denilseydi, o insana da şaire de denilseydi bu nasıl şiir? Belki bir Yahya Kemal çıkamazdı ya da bir Mehmet Akif çıkamazdı ya da ne bileyim işte bir Atilla İlhan olmazdı belki. Demek istediğimi anlatabiliyor muyum?
Elbette. Artık biraz dönem kısımlarına inmek istiyorum. Türk Edebiyatı şu an üç ana dönemde inceleniyor. İslamiyet’ten önceki, İslamiyet etkisi ve Batı etkisinde…Ve biz de şu an üçüncü ana dönemin beşinci alt döneminde, yani Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı içerisindeyiz ve 1923 yılında başlayan bu edebiyat dönemi günümüzde hâlen sürüyor. Tabii bunun alt başlıkları da var, sizin de bildiğiniz üzere. 1940 sonrası 60 sonrası, 80 sonrası olmak üzere… Şu an günümüzde Türk Edebiyatında çıkan bütün eserler de 1980 sonrası olarak adlandırılıyor. Sizce bu adlandırma doğru bir adlandırma mı?
Yani böyle dönemlere ayırmakta belki anlaşılabilmesi adına iyi bir şey ama baktığımız zaman, özellikle Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı hani 23’ten alınan ki ben 23 de demeyeceğim ona. İşgal altındaki yıllar da önemli o noktada. Cumhuriyet dönemini belirleyecek olan şair ve yazarların işgal yıllarındaki yazıları da ona zemin teşkil ediyor baktığımız zaman. Cumhuriyet tabii kırılma noktası. Kırılma noktası derken şöyle; işte bir ümmet anlayışına sahip bir cihan devletinden daha yerel bir ve hâlkın kendi kendini yönettiği esasına dayanan bir sisteme geçiyorsunuz. Ve doğal olarak da tabii o dönemde ortaya çıkan şair ve yazarlar veya önceden gelen şair ve yazarlarda dönemin şartları gereği yeni sisteme ayak uydurmak ve onu olumlamak durumunda. Şimdi, o günün şartlarıyla bugünün şartları arasında tabii büyük farklılıklar var ama yine geldiğimiz bu işte 23’ten 2023’e yüzyıllık süreçten baktığımızda çeşitli kırılma noktaları var yine. İşte mesela bir 60 ihtilali var, devamında 70 muhtırası var, devamında 80 ihtilali… Ve bunlar baktığımızda, kırılma noktaları. Yani edebiyat dediğimiz şey aslında insanın duygularının ön plana çıktığı, aynı zamanda düşüncelerini aşılamak için toplanan veya o noktada düşünmesini istediği için ortaya çıkarılan eserler bütünü olarak değerlendirebiliriz edebiyatı. Bu nasıl ortaya çıkar? Yani çok baskılı ortamlarda veya baskının olduğu dönemlerde ve o baskı rahatladıktan sonra ortaya çıkan rahatlama neticesinde öne çıkan eserler arasında farklılıklar var.
Şu anda 80 sonrası denmesi 80’nin bir kırılma noktası olarak alınmasından kaynaklanıyor. Artık yani milenyumdayız. Dolayısıyla insanlar üzerinde herhangi bir baskı unsuru yok. Yani herkes her istediğini rahatlıkla yazıp çizebiliyor. Neticede eğer edebiyata sadece yazı olarak bakarsak şunu da çıkarabiliriz, bugün sosyal hesapların hepsi yazılı ortamlardır. Ve burada, işte kişinin duygu ve düşüncelerini aktarması da belki edebi bir tür olarak, yeni edebi bir tür olarak belki girebilir. Eski adıyla Twitter şimdiki adıyla X olarak ifade edilen sanal ortamda herkes istediği her şeyi yazabiliyor ve paylaşabiliyor.
Bence… Yeni bir adlandırma yapılabilir mi? Belki teknolojik çağın gereği başka bir… Edebiyatçılar buna kafa yorarlar şüphesiz ama benim bu noktadaki düşüncem biraz elli elli gidip geliyor. Her çağın kendine göre gerekleri var ve o çağın içinde yaşayanların duygu ve düşüncelerini, yaşanmışlıklarını ortaya koyduğu yazılı eserler var. Zor zamanlar zor insanlar ve iyi insanlar doğurur derler ya, baktığımız zaman bizdee Türk edebiyatının klasikleri içinde yer alan işte işgal yıllarından tutun günümüze kadar ya da 80’lere kadar getirdiğimizde birçok yazar, çileli dönemlerden geçen insanlar bunlar. Şimdi çok bir çilenin olmadığını düşünüyorum. Çile demek insanın düşüncesini, duygusunu yazı yoluyla aktarabilmesi demek. Belli bir dönemde, mesela bizim Tasavvuf Edebiyatı denilen o Divan şiirinin ortaya çıkışını sağlayan unsur da bu. Çünkü belli başlı bazı şeylere yasak getirilmiş ve o yasaklar neticesinde işte mazmunlara sığınılmış Tasavvuf Edebiyatında. Dolayısıyla, yani çok rahat bir ortamda ne kadar edebi ürün ortaya çıkarılır? Ya da herkes kendi çağının çocuğudur düşüncesinden hareketle her edebi tür de kendi çağı içinde değerlendirilir düşüncesinden hareketle…
Hani bugün ortaya çıkan edebi eserler bana çok hitap etmiyor. Edebi eseri de tırnak içinde ifade ediyorum orada. Ne kadar edebi? Benim edebilik anlayışıma göre çok edebi değil. Çünkü ben biraz daha gelenekçiyim. Doğumum ve yaşım itibariyle. Ama bu çağın gençlerine, bu çağın insanlarına hitap ediyor. İleriye atıflığı olabilir mi eski eserlerimiz gibi? İşte klasik eserlerimiz, mesela 100 temel eser 1000 temel eser diye Türk klasikleri diyoruz vs. Bu noktaya gelebilir mi bugünün eserleri? Yani bunu da okuyucuya veya dinleyiciye bırakıyorum. Ben çok zannetmiyorum işin açıkçası. Çünkü çok çabuk yaşanılan ve çok çabuk tüketilen bir çağdayız. Melankolik bir an yaşıyor kişi. O anda duyduğu bir şarkı ya da okuduğu bir şiir ya da okuduğu bir yazı o anda hitap ediyor ama o melankoliklik dönemi bittikten sonra her şey bitiyor. Çok çabuk tüketilen bir çağdayız, her şeyi. Bütün insani değerleri de. Hatta insanın çok çabuk tüketildiği. Yani sen bana kırmızı ışıkta yol vermedin diye insan öldürülüyor bu ülkede. İnsan hayatının bu kadar ucuz, çok çabuk tüketildiği bir çağda, bir ülkede edebiyat gibi kalıcı eserlerin, edebiyat gibi kalıcı olması gereken eserler bu çağda ortaya çıktığında ne kadar kalıcı olur? Onu da sorgulamak gerekir.
Yeni bir adlandırma gerekebilir mi? Çağın gereği olarak bence… Edebiyatçılar belki bir araya gelip bu çağa ya da bu çağ edebiyatına bir ad verebilirler mi? Verirlerse de çok da böyle kadik durmaz, yabani durmaz. Çünkü aradan 80, neredeyse 40 yıl 43 yıl geçmiş. Bu da işte bir aşamanın ya da yeni bir çağın, yeni bir akımın ya da yeni bir adlandırmanın ortaya çıkması için yeterli bir süre bence. Çünkü baktığımızda beri taraftan kendi içinde Cumhuriyet sonrasına ayırdığımızda işte 40’ların edebiyatı, işte 70’lerin edebiyatı bunlar hep sancılı süreçler. 40’ta ikinci dünya savaşı var, yokluk var. 60’lar mesela, gene toplumsal olayların ya da işte o çiçek böcek dünyasının geliştiği dönemler, hippilik anlayışı. 70’ler ülkemizin içinde bulunduğu sosyal olaylar sebebiyle sıkıntılı dönemler. 80 bu işin ket vurulduğu bir yıl ve devamında belki on yıl yirmi yıl sürebilecek bir durum. Ama kırk yıl geçmiş artık üstünden. Yani 45 yıl yaklaşık 50 yıl neredeyse, yarım asır. Dolayısıyla yeni bir adlandırma yapılabilir ama edebiyatçıların kafa yorması lazım buna.
Peki, sizin aklınızda bu dönem için bir isim var mı? Yani sizce ne olabilir?
Korktuğum başıma geldi. Deminki konuşmamı yaparken acaba böyle bir şey gelir mi diyordum ve bir taraftan da onu düşünüyordum işin açıkçası. Herhangi bir isim düşünmedim ama…
Ya da bu soruyu şu şekilde sorayım. Ben, bugüne kadar yaptığım anketler ve düzenlediğim söyleşilerde de bu soruyu insanlara yönelttim. Yediden yetmişe, edebiyatla ilgilenen ilgilenmeyen bütün herkese. Ve yüzde 80 85 gibi büyük bir çoğunluğunun bu değişimi istediğini gözlemledim. Çağ bunu gerektiriyor çünkü. Ve onlardan da isim önerisi aldığımda en çok ortaya çıkan isim Yakın Çağ Edebiyatı ya da Çağdaş Türk Edebiyatı oldu. Bu iki isim arasında siz hangisini tercih edersiniz ya da tercih eder misiniz?
Yani, çağdaşlık da yakın çağ da bence çok uygun değil. Neden uygun değil? Çünkü buna yakın çağ dedik bundan elli yıl sonrasına ne diyeceğiz? Ya da bununkine Çağdaş Türk Edebiyatı dedik, 1980’lerde 90’larda yazılana ne diyeceğiz? Ya da nereden alacağız bu süreci? 80’leri nerede bitireceğiz de yeni adlandırma yapacağımız çağı nereden alacağız, günümüze getireceğiz? Bence, yani Milenyum Edebiyatı daha hoş olur diye düşünüyorum. Çünkü dünyanın bakış açısı değişti. 70’lerde, 60’larda, 50’lerde insanlar ortak bakabiliyordu, dünya ülkeleri, milletler. Ama şu anda her milletin kendi değer yargıları farklılaştı. Kendi pencerelerinden bakıyorlar artık hadiselere. Biraz daha böyle hani özelleşti bakış açıları. Milenyumun gereği bu. Şunu diyebilirsin hocam tam tersi değil mi işte özellikle 2000’den itibaren globalleşme, küreselleşme vs. İşte dünya devletlerden dünya; tek bir millet, tek bir ülke gibi algılanıyor. İşte ülkeler arasında internetle sınırlar kaldırıldı falan. Bilemiyorum. Ben tam tersini düşünüyorum. Evet, internet birçok noktada sınırları kaldırdı ama insanın kendi sınırlarını yalancı bir hâle getirdi. Bugün baktığımızda insanlar yapamadıklarını, yapmak isteyip de yapamadıklarını paylaşıyorlar. Söylemek isteyip de söyleyemediklerini paylaşıyorlar sanal hesaplarda. Yani çift karakterli bir hâle getirdi insanlığı. Sosyal hesaplarına bakıyorsunuz insanın, on numara bir hayat sürüyor. Ama konuşmaya başladığınızda insan hayattan vazgeçmiş durumda. Hangisi, muhataba alacağımız? Sosyal hesaplarındaki x kişisi mi yoksa yüz yüze gördüğümüz, canlı olarak gördüğümüz x kişisi mi? Dolayısıyla böyle bir çelişki, böyle bir ikilem de var. Yani edebiyatçılara bırakalım biz bunu. Ben bu konuda daha fazla yorum yapmayacağım, isim konusunda yani.
Tamamdır. Peki diyelim ki, yine dönemle ilgili önemli bir soru daha. Türk Edebiyatında diyelim ki edebiyatçılar bir kurultay oluşturdu ve bunun sonucunda bir dönem çıkarmak istediler, çıkarmaya karar verdiler. Sizce bu dönem 3. ana dönemin yani Batı Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı döneminin altıncı alt dönemi mi olmalı yoksa dördüncü ana dönem mi olmalı?
Yani şimdi burada batı etkisindeki ana dönemi batı edebiyatı olarak ya da batı edebiyatına öykünme olarak değerlendirirsek tabii bunu Tanzimat’la başlatmak gerekiyor. Çünkü o dönemde çok yoğun bir batılılaşma düşüncesi, anlayışı var. Ki bu da işte 1800’lerin sonu gibi. 2020’lere gelmişiz yirmi yıl oradan koysak, 1800’den alsak yüzyıl oradan koysak, yüzyıl da buradan koysak iki yüz iki yüz elli gibi bir süre geçmiş artık batı edebiyatı da değil. Az önce söylediğim şeye gönderme yapacağım. Yani küreselleşme, globalleşme yani Dünya Edebiyatının tek bir edebiyat olarak değerlendirilmesi. Ama bu noktada da işte yine ekonomi ve siyasette de olduğu gibi sizin elinizde olmayan birçok şey var. Bugün mesela Dünya Edebiyatında, dünya klasiklerinde kaç tane Türk yazarın eseri var? Ben olduğunu zannetmiyorum. Araştırmaya girmedim ama Dünya Edebiyatının klasiklerine baktığınızda belli başlı milletlerin dışında diğer milletlerin edebi ürünlerine çok yer verilmiş değil. Orada da bir sınıf çatışması ya da sınıf yaklaşımı var. Dünyaysa, dünyada var olan bütün milletler ve devletler bunun içine girmeli. Ama dünya klasikleri dediğinizde siz sadece Rus, Fransız, Alman, Amerikan klasiklerini ya da eserlerini koyuyorsanız, Arap Edebiyatında yok mu insan? Türk Edebiyatında yok mu hiç dünya klasikleri içine girecek insan? Bu milleti hop hop hoplatan, tir tir titreten çok yazar var veya şair var. Biz mesela ders kitapları, lise kitaplarımızda batı etkisiyle birçok dünya şairlerinin, yazarlarının eserlerine vakıfız. Almanya’da lisede okuyan bir öğrenci mesela edebiyat dersinde Türkiye yazarlarından, şairlerinden hangisinin eserini biliyor ya da hangi yazarın ismini biliyor? Liseden çıkmış bir öğrenciye siz sorarsanız, dünya edebiyatından 8 10 tane yazar, şair ismi söyler size Türkiye’de. Ama Avrupa’da ya da Amerika’da sorduğunuz zaman Türk yazar Türk şair, Türk ne demek diye bir soruyla karşılaşırsınız. Dolayısıyla ben bunun farklı bir şey olduğunu düşünüyorum yani. Ve burada kesmek istiyorum bunu.
Peki teşekkür ederim. Türk Edebiyatında sizin görmek istediğiniz yenilikler var mı? Yani az önce elli yıllık bir süreçten bahsettik ve bana göre bu edebiyatımızın en durgun olduğu süreç aynı zamanda. Bu elli yılda herhangi bir topluluk ortaya çıkmadı, grup ortaya çıkmadı, akım ortaya çıkmadı. Sizin böyle bir beklentiniz var mı edebiyattan?
İki önceki soruda da cevapladığım gibi, söylediğim gibi zor zamanlar, sıkıntılı zamanlar büyük insanlar doğurur veya büyük fikirler doğurur. İşgal yıllarında devletimiz Osmanlı ve devamında işte Mustafa Kemal ve silah arkadaşları. İşte her zor dönemin bir aksiyon ismi vardır. Ya da o akımları oluşturan, o edebi akımları oluşturan, önderlik eden kişiler vardır. Yani yine iki önceki soruda da söylediğim, konuştuğum gibi çok rahat bir dönemdeyiz artık. Tamamen bireyselleşen ülkeden bahsediyoruz. Yani bizi biz yapan manevi değerlerimizi, işte misafirperverlik, diğerini düşünme konusuyla yakın ilişkiler içindelik falan. Bunların hepsi bitmiş durumda. Yani Türk toplumu bugün itibariyle en küçük kasabasında bile artık şehirleşmeyi dibine kadar yaşamış durumda. Böyle maddeleşmeye başladığınızda zaten insani duygularınızı yitiriyorsunuz. Edebiyat dediğimiz şey de zaten insani duyguların sivriltilmesi veya sivrilmesi. İnsani duyguların olmadığı yerde, tamamen böyle maddeleşilen bir dünyada nasıl yeni yazarlar, yeni şairler çıkaracaksınız? Hiçbir şeyden zevk almıyor, keyif almıyor sadece hep daha fazlasını istiyor insan. Arabası 2020 model arabamı yenilemem lazım diyor. Şimdi bu adamdan nasıl bir duygusal şey bekleyeceksiniz, patlama bekleyeceksiniz? Tek tük çıkıyor. Tek tük çıkıyor ama işte o çıkanlar da abileri ablaları tarafından, uçan kuşun kanadı kırılır hesabı kırıyorlar. Kırılmaması lazım ama kırıyorlar çocukların kanatlarını.
İnsan çok naif bir yaratıktır. Çok duygusaldır aslında. Yani bugün en maddeci olarak gördüğümüz insanın bile, en katı gördüğümüz insanın bile muhakkak bir püf noktası vardır ki oradan girdiğinizde onun duygusal yönüne ulaşabilirsiniz. Ama işte herkes birbirine öykünerek, yani o hırs dediğimiz ya da heves dediğimiz şeyin ön plana çıktığı… Ama bu olumlulukta, olumlu şeylerde hırs insanlığı da olumlu şeylere götürür ama bu, olumsuzluklarda ortaya çıktığında günümüz dünyası veya günümüz ülkesi ortaya çıkıyor. Bu da tamamen maddeleşmiş, materyalist bir bakış açısı. İnsan sadece tüketim aracı olarak görülüyor. İnsanın ne kadar fazla aruzlarına hitap edersek o kadar çok kazanırız düşüncesi ve sürekli bu noktada insanı tüketmesine yönelik, işte evinizde bir nesne varken ikinciyi almak zorunda hissettirilmeniz. Bunlara odaklanınca insan bu sefer insani yönünü kaybediyor. Bu da sıkıntı oluşturuyor benim nazarımda.
Bir sonraki sorumuz hem benim anketlerde kullandığım hem de diğer edebiyatçı, genç yazar arkadaşlarımızdan gelen bir soru. Sizce yakın zamanda yayımlanan eserler yeterince tanıtılıyor mu? Eğer tanıtılmıyorsa ne gibi çözümlere başvurabilirler?
Aslında iletişimin çok rahat kurulduğu bir çağdayız. Yani şu anda ben seninle burada konuşurken cep telefonumu elime alıp 100 kilometre ötedeki arkadaşıma nasılsın diye mesaj atabilirim. Ve o gördüğü andan itibaren cevabını da alabilirim ondan. Gerek sesli gerek görsel iletişimin en üst sınırın olduğu bir çağdayız. Ama sadece bu yeni yazarlar yeni şairlerden ziyade, insanlar yapabildiklerini nasıl ortaya koyacaklar? Az önce dedim ya önceden böyle bir şey vardı. İşte ne okuyorsun, kimi okuyorsun? İşte elinde bir kitap gördüğü zaman bunu mu okuyorsun falan diye birbirine heves ederek, bitirdikten sonra ben de okuyayım falan diyordu. Yine tüketimle alakalı, az önce söylediğim gibi. Bir şey çıkarıyorsunuz ortaya o, o anda bir hafta on gün saman alevi gibi. Ondan sonra o unutuluyor. Hâlbuki edebiyat dediğimiz türün örnekleri, ürünleri kalıcı olmak durumunda ki çağlar ötesine de hitap edebilsin. Çünkü bu dili konuşan bir insan yığını milletin dilinin en güzel örnekleridir edebi ürünler. Yani bu kadar tüketimin hızla uygulandığı bir çağda edebi ürünleri ortaya çıkarıp da onları tanıtmak ayrı bir sıkıntı. Zaman zaman görüyoruz işte yayınevleri artık ilçelere, illere, küçük Anadolu kentlerine kadar indi. Oralarda da var. Ama işte her şey yine gelip o ekonomiye dayanıyor. Bugün bir kitap yazmanız, onu bastırmanız, onu dağıtmanız yayınevi aracılığıyla, raflarda yerini alması… Bunlar az şeyler değil. Yapılabiliyor mu? Yapılabiliyor. Bu noktada da işte o telif dediğimiz şey ortaya çıkıyor. Ya senin telif hakkını alıyor yayınevi, diyor ki işte ben sana bin tane basarım ama -varsayıyorum ki rakamlara takılmayın- on bin lira para veririm, senden de para almam. Yarın o şiirlerinden bir tanesi veya hikâyelerinden birisi patladı ve senaryo hâline getirilecek veya bir müzisyenin hoşuna gitti güfte besteleyecek, şarkı yapacak, adam trilyonlar kazanacak sen on bin lirayla yetinmek zorunda kalacaksın. Telifi veriyorsun çünkü yayınevine. Hani böyle kapitalizmin insanın kanını son damlasına kadar emdiği bir çağdayız. Her şeyin zor olduğu gibi ben edebiyatçılığın da zor olduğunu düşünüyorum bu çağda. Allah yardımcısı olsun şairlerin ve yazarların yani.
Âmin demekle yetinebileceğim şu anlık. Bir sonraki soruda yine arkadaşlarımızdan geldi Türk Edebiyatında önemini yitirdiğini düşündüğünüz bir tür var mı?
Şuradan yaklaşayım. Dilde kelimeler ihtiyaçtan doğar. Bir durum ortaya çıkar. O nesneye o olguya bir kavram karşılayacak olan kelime o ihtiyaca göre doğar. Ve o ihtiyaç ortadan kalktıktan sonra da o kelime ölür gider. Günümüzde kaybolan tür yani, var. Yani bir İslam öncesi edebiyatımıza baktığımızda Türk Edebiyatına, işte o savlar sagular bu tarz şeyler yok tabii ki ama bunu içeren, bunun özelliklerini gösteren bazı şiirler olabiliyor. Ya da bazı hikâyelere rastlayabiliyorsunuz. Ya da bunun karşılığında, işte hikâye dediğimiz edebi tür yüzyıllarca var olacak olan bir şey bu. Ve hâlen de devam ediyor. Ben zannetmiyorum. Yani, bir edebi türün ortadan kalkmış olacağını. Belki yeni çağa göre bir tür oluşturulabilir ki şiir türlerinden mesela serbest şiir denen şey böyle ortaya çıkmıştır. Hâlbuki bundan yüzyıl öncenin şiir anlayışına baktığımızda illa ölçülü kafiyeli uyaklı olacak. Yahya Kemal vari düşünürsek aruzla yazılacak, aruzun dışındaki bir ölçüyü kabul etmeyen bir düşünce vesaire. Ama günümüzde, işte merhum Orhan Veli’nin Gemlik şiiri var hepimizin bildiği gibi. Gemlik’e doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma. Bu muhabbette söylenecek bir şey. Şiir mi? Şiir. Adam öyle yaklaşıyor çünkü. Dolayısıyla kaybolan bir tür olduğunu zannetmiyorum. Tam tersi yeni türler belki ilave edilebilir ya da yeni değişiklikler, çağa uygunluklar tespit edilerek türlerin gelişimi belki sağlanabilir. Ki zaten hikâye ilk ortaya çıktığı zamanlardaki hâliyle günümüz hikâyeciliği aynı değil. Yani mesela Çehov’un önderliğinde durum hikâyesi diye bir şey çıkmış Türk edebiyatında. Sait Faik bunun en güzel örneklerini vermiş. Dolayısıyla türler gelişebilir, geliştirilebilir. Ama ölü bir tür var mı ya da kullanımdan kalkan bir tür var mı? Şöyle bir kabataslak ilk aklıma gelenlere baktığımda böyle bir şey olduğunu düşünmüyorum ben.
Peki. Artık sona geldik. Türkiye’de ulusal bir edebiyat kurultayı düzenlenecek olsa bu kurultayda yer almak ister misiniz?
İlk başta da ifade ettiğim gibi ben edebiyatla, sokaktaki vatandaşın edebiyata ilgisi dışında çok bir ilgim yok işin açıkçası. Yani edebiyattan ziyade ben dile daha fazla odaklanıyorum. Dilin daha belki anlaşılabilir, daha anlaşmayı sağlayan bir araç olması sebebiyle insanlar arasında bize ait olan ögelerle bizim dilimiz oluşması taraftarıyım. Edebiyat kurultayı düzenlense ulusal veya uluslararası ki yapılıyor da bildiğim kadarıyla ara sıra görüyorum iletişim kanallarında. Yani bunda da işte bizim o temelde Tanzimat’tan yana yaşadığımız belki o ayrılıklar da buna dem vurmuş durumda. Maalesef her konuda olduğu gibi edebiyatta da siyasallaşmışız. Yani x düşüncesine sahip yayınevlerinin düzenlediği kurultaya y düşüncesine sahip yazarlar veya y düşüncesinin tarafları katılmıyor. Y’nin düzenlediğine x katılmıyor. Z’nin düzenlediğine x, y katılmıyor vs. Yani edebiyatı, bir insanın rahatlaması için ya da diğer insanların da o güzellikten faydalanması için ortaya konan bir tür olarak göremedikten sonra 365 günde 350 tane kurultay düzenleseniz ne olur? Üç düşünce olduğunu varsayalım ülkede. Üçe böldüğünüzde zaten 115, 117 grup başına etkinlik düşer. Biri diğerine gitmedikten sonra 350 rakamının da çok hükmü kalmaz. Yani edebiyatın birleştiriciliğinden faydalanmak lazım. Edebiyat çünkü sizin içinizde. Bugün mesela Shakespeare dediğiniz zaman İngiliz edebiyatında, asilzadeler de avam tabakası da, soylular da, köylüler de hepsi Shakespeare’in karşısında hazır ola geçer. Dünya hazır ola geçiyor. Çünkü dünyaya Shakespeare’i hazır ola geçirilmesi gereken bir edebiyatçı olarak lanse ettiler, böyle değerlendirdiler, böyle anlattılar. Şimdi bizim mesela Fuzuli’miz var. Çıkalım sokağa soralım. Bin kişiye soralım. On kişi cevap verirse ben başarılı derim yani bu işe. Fuzuli’yi tanımayan insanımız var. Hadi çok gittik geriye, hocam biraz yakına gelelim. Son dönemde ortaya çıkan, işte Ömer Seyfettin. Şimdi yakında mart ayında galiba Gönen Belediyesi bir hikâye yarışması düzenledi. Yani Gönen’de bile Ömer Seyfettin’i tanımayan insana rastlarız biz. Bizim edebiyata bakış açımız bu veya yazarlara bakış açımız bu. Netice itibariyle birçok şeyin ben, daha doğrusu bizi biz yapan değerlerin siyaset üstü olması gerektiğini düşünenlerdenim. Edebiyatta bunlardan bir tanesi. Yani edebiyatta da sağcı yazar şair, solcu yazar şair, işte dini bütün yazar şair gibi kıstaslardan uzaklaşılmalı. İnsandır çünkü. İnsan her düşünceyi savunacaktır. Yani bugün biri Sezai Karakoç’u okuyabilir, Mehmet Akif’i okuyabilir, aynı zamanda Nazım’ı da okuyabilir. Ya da hikâyecilere baktığımızda, Sait Faik’i okuyabilir öbür taraftan Memduh Şevket’i okuyabilir beri taraftan Ömer Seyfettin’i okuyabilir ya da günümüz yazarlarından işte Muzaffer İzgü’yü, Aziz Nesin’i okuyabilir. Bu edebiyattır. Bu zevktir. Bir zevkin siyaseti olmaz. Kahveye çıktığımız zamanlar, akşamları insanlar kahveye çıkıyor. Okey masasına oturduğunda x düşüncesine sahip olanlar x düşüncesiyle oturup orada okey oynamıyor. O masada dört kişi varsa x, y, z muhakkak böyle bir dağılım var. Niye edebiyatta ya da milli değerlerde ya da bizi biz yapan değerlerde böyle bir ayrıma gidiyoruz? Yani o kahvedeki oyun daha mı değerli bir araya gelmek için edebiyattan? Anlatabiliyor muyum demek istediğimi? Yani biz olamadıkça edebiyatta da diğer alanlarda da ama edebiyat konuşuyoruz şu an. Edebiyatta da biz olamadıkça senede 350 kongre de yapsanız kurultay da yapsanız hiçbir faydası olacağını düşünmüyorum. Benim şahsi düşüncem bu.