Rüşvet
Çarşı meydanının büyük çınar ağaçları, yere düşen gölgelerini alacalandırarak, fısıldıyorlardı. Kuvvetli bir rüzgâr esiyordu. Avukat Hacı Namık Efendi kâğıtları uçmasın diye, zümrüt bir kameriyeye benzeyen küçücük dükkanının camlarını indirdi. Sonra gitti, açık kapıyı iterken, heybesi omzunda semerli atının yuları elinde, sarıklı, kısa boylu, yuvarlak bir köylünün yaklaştığını gördü.
– Merhaba Ali Hoca, dedi böyle vakitsiz ne arıyorsun burada? Daha pazara iki gün var…
Köylü siyah sivri iki noktaya benzeyen minimini gözlerini daha ziyade küçülterek:
– Aleykümselam Namık Efendi! Belaya düştüm. Bir dava için geliyorum, diye başını salladı.
– Ee gel, biraz konuşalım bakalım.
– Konuşalım.
– Derdini anlat bana bakayım.
– Senden başka zaten kime anlatacağım?
Atının yularını peykenin destek direğine bağladı. Küçük dükkana girdi. Ceviz yazıhanenin sağındaki hasırlı alçak sedire oturdu. Heybesini yanına koydu. Namık Efendi’nin uzattığı tabakadan cigara sararken davasını anlattı. Hasmı köyün muhtarı Huysuzoğlu’ydu. Ona ait bir arsanın üzerine Ali Hoca vaktiyle bir bina yaptırmıştı. Şimdi o, neden sonra bu binayı kabullenmeye kalkıyordu. Hâlbuki bina kimin ise, yerde oun demekti…
Namık Efendi kır sakalını kaşıdı. Gözlüğünün üstünden bakarak:
– Sen haksızsın. Ali Hoca! dedi.
– Haksız mıyım?
– Evet.
– Hayır, ben haklıyım. Neye binayı yaparken sesini çıkarmamış?
– Çıkarmasın.
– Ben haklı olduğumu biliyorum, Namık Efendi. Davadan vazgeçmem.
– Kaybedeceksin!
– Edeyim, zarar yok. Ama davadan vazgeçmem. Namık Efendi haksız davaları almazdı. Ali Hoca’nın vekalet teklifini reddetmek istiyordu. Fakat “Bozüyük” köyünün hâlkı otuz senelik müşterileriydi. Eşek ahırını beller gibi onun dükkanını bellemişler, hükümetteki her işleri için ona müracaatı âdet edinmişlerdi. Kışlık zahiresi de hemen hemen tamamıyla oradan gelirdi. Nihayet:
– Pekala, senin bu işine bakayım. Kaybedince bana darılmayacaksın! dedi.
– Darılmam, ama neye kaybedeceksin?
– Çünkü haksızsın.
– Hakime güzel bir koç göndersem?
– Ne?..
– O vakit davayı kazanamaz mıyım?
– O vakit hiç şüphesiz kaybedersin işte!
– Niçin?
– Yeni hakim senin bildiğin adamlardan değil.
Ali Hoca avukatının heyecanını anlayamıyordu. Ondan yeni hakimin methini uzun uzadıya dinledi. Bu zat rüşvetin, hediyenin korkunç bir düşmanıymış! En haklı davacı kendisine rüşvet vermeye teşebbüs etse o saatte onu haksız çıkarırmış!
Ali Hoca:
– Allah böyle doğruları dünya yüzünden eksik etmesin! diye dua etti. Namık Efendi:
– Amin amin!
Davaya, doğruluğa dair bir saat kadar konuştular. Vekalet için anlaştılar. Avukat ümitsizdi. Bu işi hatır için alıyordu. Haksızlık o kadar meydanda idi ki…
İki hafta sonra, aynı saatte Ali Hoca yeşil boyalı dükkanının kapılarında göründü. Namık Efendi bir arzuhâl yazıyordu. Gözlüğünün üstünden müşterisini görünce güldü:
– Hoş geldin be! Ne dersin, davayı kazandık! dedi. Bu kadar haksız bir hükmü hakimin nasıl verdiğine bir haftadır şaşırıyordu. Ali Hoca soğukkanlılıkla:
– Benim gönderdiğim koç sayesinde kazandık! Cevabını verdi.
– Ne!.. Sen hakime bir koç mu gönderdin?v
– Evet.
– Buna cesaret ettin ha…
– Evet, ama, sen bana “Rüşvet düşmanıdır, kim hediye verirse haksız çıkar.” dememiş miydin?
– Evet.
– Ben de koçu gönderirken kendi ismimi vermedim.
– Ya ne yaptın?
– Hasmım Muhtar Huysuzoğlu’nun ismini verdim.
– !!!..
İhtiyar avukatın kalem elinden düştü. Arkasına dayandı. Karşısında parlayan minimini siyah gözlere bakakaldı. Meydandaki büyük çınar ağaçlarının derin fısıltıları, kapıda ayakta duran Ali Hoca’nın yakınlarından, tepesinden, bacaklarının arasından giriyor, duvarlarına eski vilayet gazeteleri yapıştırılmış dükkancığının içini dolduruyordu…
(Zaman gz. nr. 267, 1 Kanun-i sani 1335 (Ocak 1919), s.2)
(Seyfettin Ö. (2019). Hikâyeler -I-. Rize: Salkımsöğüt Yayınevi.)