Osmanlı'da Cadı Kültürü

Yazar
Ceylin Melis Doğan

Kategori
Deneme

Aralık 2024 & Ocak 2025 - Sayı 6

16. asrın ortalarında Avrupa’da olan kimi zaman çok realist kimi zaman ise yalnızca kilisenin menfaati uğruna kullanılan “cadı” kavramı, Osmanlı’ya da uğramış ancak bizim olaylarımız hem metafizike hem de üstün kurmaca ve realiteye dayanmıştır. O dönem İslamiyet’e tabi bir toplum olmamıza rağmen cinnî denebilecek vakaların cadı diye nitelendirilmesini Avrupa etkisine bağlıyorum.

Çoğu günümüz yazarı Osmanlı’da tezahür eden olayları Avrupa’daki ile aynı olduğunu varsayarak yorumlamış. Araştırmalarıma göre bizde vuku eden vakalar daha vahim ve gerçeküstü olmak ile beraber oldukça ayrıntılı ve dine uygun bir biçimde yaşanmış olduğu için cinnî olduğunu söyleyebilirim. Seyahatnamede geçen bir cadı olayı da şu şekildedir:

Evliyâ Bulgaristan’da Çalıkkavak köyünde bir “kefere” hanesinde konakladığı geceyi anlatır. Bir odada ateş kenarında otururken içeri çirkin yüzlü yaşlı bir kadın öfkeyle girer ve kendi lehçesinde küfürler savurur.

Evliyâ ilk önce, dışarıda bulunan hizmetlilerinin yaşlı kadını kızdırmış olabileceğinden şüphelense de onların bir şeyden haberleri olmadığını anlar. Daha sonra bu yaşlı kadının yanına kızlı oğlanlı yedi çocuk gelir ve hep beraber Bulgarca konuşurlar. Evliyâ “garîb temâşâdır” diyerek onları seyre koyulur.

Gece yarısı olunca çıkan patırtılar Evliyâ’yı uykusundan uyandırır. Evliyâ, yaşlı kadının kapıyı açıp ocaktan bir avuç kül aldığını ve fercine sürdüğünü görür. Elinde kalan küle efsun okuduktan sonra, ocak başında çıplak yatan yedi çocuğun üzerine külü saçar.

Yedi çocuk, iri piliçlere dönüşür ve “civ civ” demeye başlar. Yaşlı kadın kendi başına da kül sürer ve büyük bir tavuğa dönüşüp “gurk gurk”diyerek kapıdan çıkar. Yedi piliç de onu takip ederek kapıdan çıkınca Evliyâ, “Bre oğlan!” diye can havliyle bağırır.

Bu feryat üzerine Evliyâ’nın köleleri uykularından uyanıp gelir ve Evliyâ’nın burnundan kan boşandığını görürler. Evliyâ onlardan dışarı çıkıp neler olduğunu görmelerini ister. Cadı tavuk ve piliçleri, atlar arasında gezinmekte, atlar da birbirlerini helak etmektedir.

Köydeki kefereler gelip atları bağlarlar. Cadı tavuklar bir tarafa gider. Evliyâ’nın kölesinin anlattığı üzere; bir kefere zekerini çıkarıp tavukların üzerine işer, sekiz tavuk yine insana dönüşür.

Kefere, yaşlı kadını ve çocukları döve döve kiliseye götürür ve papaz yaşlı kadını okuyarak “afaroz-ı mandolos eyle[r]”. Müezzin Mehemmed Efendi’nin ve mataracıbaşının hizmetlileri de tavukların tekrar insana dönüştüğünü görmüştür.

Evliyâ, ertesi sabah diğer hizmetlileri de çağırıp sorduğunda gerçekten de tavukların tekrar insan olduğunu gördüklerini öğrenir. Hizmetliler eğer isterse onların üzerine işeyen kefereyi getirebileceklerini söyler, Evliyâ kabul eder.

Gelen kişinin cevabı şu şekildedir: “Sultanım, ol karı başka soydur. Kış giceleri yılda bir kerre eyle kara koncoloz olurdu. Ammâ bu yıl tavuk oldu. Kimseye zararı yokdur.”

Evliyâ bu olayda aklının başından gideyazdığını belirtir ve “Çalıkkavak balkanı mel‘ûnunun her hâl-i ahvâl-i pür-melâli böyledir. Hudâ hıfz ide” diyerek anlatıyı noktalar.

Kaynakça:

(Evliya Çelebi Seyahatname’sinde Cadı, Obur ve Büyücü Anlatıları ve Kurgudaki İşlevleri – Elif Öztürk Bitik)
Bu anlatıda lehçe farklılığı ve betimlemeler de İslam dinindeki cinnîlere uygundur.

Başka bir cadı vukuatı da şöyledir:

Tırnova Kadısı Ahmet Şükrü Efendi, Takvîm-i Vekâyi’nin resmî sayısında yayımlanan mektubunda günümüz Türkçesi ile şu ilginç ifadeleri kullanıyordu:

Tırnova’da cadılar türedi. Gün battıktan sonra evlere dadanıp erzak namına ne varsa un, yağ, şeker, bal gibi şeyleri birbirine katıp içlerine bazen toprak bile karıştırıyorlar. Evlerin içlerine girerek yüklüklerdeki yorgan, şilte, yastık ve bohçaları didikleyip açıyorlar.

Zaman zaman insanların üzerine taş, toprak, çanak çömlek attıkları hâlde kimse bir şey görmüyor. Birkaç erkek ve kadının da üstüne saldırdılar. Bunlara sorduğumuzda “Sanki üzerimize manda çöktü sandık!” dediler ama bir şey görmemişlerdi. Bu sebeple birçok mahalle sakini evlerini başka yerlere taşımak zorunda kaldılar.

Halk, en sonunda bunun cadı işi olduğuna karar verdi. Civar kasabalardan İslimye’de yaşayan ve cadı çıkartmakla şöhret bulmuş olan Nikola isimli bir Rum, bu işi hâlletmek üzere kasabaya çağrıldı ve kendisiyle işi hâlletmesine karşılık 800 kuruşa pazarlık edildi. Nikola, beraberinde getirdiği üzeri resimli bir tahtayla kasaba mezarlığına gitti ve bunu parmağının üzerine yerleştirerek çevirdi.

Resimli tahta hangi mezara dönük durduysa o mezarın cadılı olduğunu gösterdi. Resimli tahtanın dönük kaldığı mezarlar hayattayken şimdi kaldırılmış olan yeniçeri ocağına mensup iki yeniçeriye, Ali Alemdar ve Abdi Alemdar adındaki iki eşkıyaya aitti. Bunların mezarını açtığımızda karşılaştığımız manzara korkunçtu. Her ikisinin cesedini de yarım misli büyümüş, kılları ve parmaklarıyla tırnaklarını üçer dörder kat uzamış bulduk.

Mezarlar açılırken bekleşen bütün kalabalık bu manzarayı gördü. Bu iki zorba, Yeniçeri Ocağı kaldırılırken her nasılsa yaşlarının ileri olmasından dolayı cellat eline düşmeyerek ecelleriyle ölmüşlerdi. Sağlıklarında yaptıkları zorbalığın devamı olarak şimdi de kötü ruhları zavallı kasaba halkını rahatsız etmeye başlamıştı.

Cadıcı Nikola’ya göre bunların sonsuza kadar ortadan kaldırılmaları için karınlarına birer ağaç kazık saplanması ve yüreklerinin kaynar suya atılarak haşlanması gerekiyordu. Mezarlarından çıkarttığımız ölülerin karınlarına söylendiği gibi birer ağaç saplayıp yüreklerini dahi yerlerinden sökerek kaynar suya atıp haşladılar.

Fakat bunların hiçbirisi kâr etmeyince Nikola bu sefer cesetlerin yakılması gerektiğini söyledi. Şer’an izin verildi ve cesetler hemen oracıkta yakıldı. Böylelikle çok şükür kasabamız cadı belasından kurtulmuş oldu…

(Mektubun orijinal hâline Takvîm-i Vekâyi’nin 69. sayısından ulaşılabilir. – 6 Ekim 1833)

Öncelikle bunların bir grup tarafından oradaki köylüleri korkutup köyü boşaltmaları için yapılmış olabileceği ihtimali kimsenin gözleriyle madden bir şey görmemesi ve evlerin yağmalanıp çalıntı olmaması yalnızca darmadağın edilmesi de insan işi olmadığını benim için kanıtlar nitelikte. Nikolas’ın yaptığı uygulamaların tamamıyla olmasa da bir kısmımın palavra olduğunu söylemekten kaçınmam zira mezardaki cesetlerin ahvali İslam’a göre kabir azabından mütevellit de olması muhtemel görüntülerdir, bedeni yakmak ile hiçbir ilgisi yok olayların, çünkü ölen kişinin bedeni artık bir işe yaramaz, ona ve insanlığa bir eylem vs. ruhen yapılır çünkü artık ölünün varlığı ruhtur, bununla beraber bedenin bir işi kalmamıştır. Yine ve yine kendi adıma bir musallat vakasıdır diyebiliriz bu vakaya. Tabii bunların tam tersi olarak bir kumpas olabilir mi ihtimali hâlâ var çünkü gözümüz ile görmedik yalnızca yazılı kaynakları esas alıyoruz. Eğer böyle akıllıca kumpas kurabilen bir grup olsaydı daha da mühim işleri de başarabilirlerdi diye düşünüyorum.

Sonuç olarak Osmanlı’daki cinnî vukuatlar ve kumpaslar Avrupa etkisiyle cadı diye nitelendirilmiş realist ve kanıtlanmış olayların çoğu da cinnîdir.